“Bugün canlı yaşamının ve doğanın önemini unutmuş gibiyiz. Ormanlar yanarken 'can kaybı yok' deniyor. Oysa ağaç da bir canlı, karınca da, yavrusunu korumaya çalışan bir tilki de… Ama hep böyle miydik?”
Bir zamanlar insanla doğa arasında derin ve kutsal bir bağ vardı. Atalarımız bu bağı koparmadan, hatta doğayı bir canlı varlık gibi görerek yaşadı. Gökten yere, sudan ota, kurtlardan kartallara kadar her varlığı anlamaya ve saygı duymaya çalıştılar.
Biz bu satırları bir tarih kitabı yazmak için değil, bugünü anlamak ve geleceği daha bilinçli inşa etmek için yazıyoruz. AzAl & ÇokSev olarak kişisel bakımda sadeleşmenin, aynı zamanda doğaya saygılı yaşamanın mümkün olduğuna inanıyoruz. Ve biliyoruz ki, geçmişte bu mümkündü. O hâlde biz de atalardan ilham alabiliriz.
Kadim Türk topluluklarında hayvanlar sadece besin ya da yük kaynağı değil, ruh taşıyan varlıklardı. Kurtlar, atlar, kartallar sadece fiziksel değil, simgesel anlamlar da taşıyordu. Kurt yol göstericiydi, at yoldaştı, kartal göğün bilgeliğiydi.
Bir hayvan kesildiğinde yalnızca karnını doyurmuş sayılmazdın; onun ruhuna da şükran sunmak gerekirdi. Bu yüzden kemikleri rastgele atılmaz, doğaya özenle bırakılırdı.
Bazı eski Türk topluluklarında hayvanların kemikleri yakılmaz, toprağa, suya, ormana geri bırakılırdı. Çünkü inanılırdı ki, kemik eksiksiz iade edilirse ruh yeniden beden bulabilir.
Bu gelenek, doğayla kurulan karşılıklı bir saygının parçasıydı. İsraf olmaz, her şey dönüşüme katılırdı.
Bugünse orman yangınlarında binlerce hayvan yanıyor ve “can kaybı yok” deniyor. Ama doğa yanıyor, döngü bozuluyor, yaşam kül oluyor. Bizse sadece insanı “can” saymayı sürdürüyoruz…
Eski Türk inancında “Yer-Su” diye adlandırılan doğa varlıklarının ruhu olduğuna inanılırdı. Ağaçların, dağların, suların “canı” vardı. Onlara zarar vermek yalnızca ekolojik değil, ruhani bir suç sayılırdı. Çünkü insan doğaya hükmetmek değil, onunla uyum içinde yaşamak zorundaydı.
Gökyüzü Tengri (Tanrı), yeryüzü ise Ana idi. İnsan bu iki kutsalın çocuğuydu. Ve hiçbir çocuk, annesine zarar vermezdi.
Göçebe yaşam sadece zorunluluktan değil, doğayı yorup tüketmemek için bir tercihti. Tüketim ölçülüydü. Hayvanın eti yenir, postu giyilir, kemiği alet olurdu. Hiçbir şey ziyan edilmezdi.
Bu anlayış, bugünkü sürdürülebilirlik felsefesine taş gibi oturan bir ilhamdır. Az tüket, öz yaşa, doğayı yorma.
Biz bu yazıyı bir geçmiş güzellemesi yapmak için değil, geleceği düşünerek yazıyoruz. Çünkü bugün hâlâ elimizden gelen var:
Her şey küçük bir soruyla başlar: “Ben doğaya karşı nasıl bir insanım?”
📚 Daha fazla okumak isteyenler için kaynak önerileri:
Türk Mitolojisinde “Hayat Ağacı” Sembolü Ve Bu Sembolün Sanata Yansımalarından Örnekler